Robert Kurz ve Norbert Trenkle ile ABD’nin ve Reel Kapitalizm’in olmayan geleceği ve Batılı sol klişeler üzerine ufuk turu
Sorular ve Yanıtları: Irak’ın işgaliyle birlikte ABD’nin uluslararası meşruiyete boşveren fütursuz tavrı, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye’de gerçek bir tehdit olarak algılanıyor. Bu arada Irak’taki direniş, Amerikalıların başını dayanma sınırlarını zorlayacak şekilde ağrıtmaya başladı. Gerçi Amerikan ordusu koca bir dev ve dünyadaki tek tek bütün devletlerin ya da aralarında ittifak kurabilecek birkaç devletin milli ordusuna karşı, -Clausewitz’in çizdiği çerçeve dahilinde- savaşabilecek güçte; ama Iraklıların kanıtladığı gibi, bu dünyada savaşlar yalnız ulusal ordularla ve eski çerçeveler içinde yapılmıyor. Savaşacak güçte ve yetkinlikte olanlar artık yalnız milli ordular değil. Ne dersiniz, Amerikan ordusu gerçekten de yenilmez bir güç mü?
Robert Kurz: Siyasetin kontrolü altındaki milli orduları, Clausewitz’in tarif ettiği anlamda ve klasik savaşlar bazında ele aldığımızda, Amerikan askeri mekanizması -diğer ordulara göre daha iyi motive olabildiğinden değil- sadece teknik üstünlüğü nedeniyle gerçekten de yenilmez bir ordudur. ıkinci Dünya Savaşı’ndan beri, endüstriyel bakımdan en gelişmiş kapitalist ülke ABD’dir ve onun “daimî savaş ekonomisi”; silah endüstrisi alanında, Batı Avrupa veya Rusya tarafından geçilemeyecek bir mesafe katederek nitel ve nicel avantaj kazanmıştır.
Tabii bu sözümona yenilmezlik, pişmiş topraktan kırılgan ayaklar üzerinde duruyor. Sürekli gelişen ‘mal üreten’ modern ekonomik sistem bazında, devlet güçlerinin milli rekabet içinde bulunduğu bir dünyada yaşamıyoruz artık. 3. Endüstri Devrimi krizi dahilinde ele aldığımızda, dünya halklarının büyük kısmı, kapitalist kârlılık anlamında “fuzulî” insanlar haline gelecekler. Devletler de, nizamî yetki ve ehliyetlerini tamamen kaybedebilecekleri bir noktaya gelecekler; tıpkı bugün 3. Dünya ülkelerinde artan sıklıkta görüldüğü gibi. Dünya pazarına bağımsızca katılım anlamındaki “Gelişme” paradigması çökmüştür; sermaye küreselleşiyor. Böylece, bütün diğer milli ordular tarafından yenilemez konumdaki ABD askeri gücü de boşluğa, ofsayta düşmüş oluyor. Artık kendisiyle eşit düzeyde herhangi bir rakibi yok. Diğerlerine karşı emperyal etkide bulunmak mücadelesinde Batı Avrupa ve Rusya, ona karşı gelebilecek potansiyel karşıt güçler değiller artık. Onlar da, ‘kapitalist bütün’ün dünya polisi ABD’ye bağımlı, ona tâbi yardımcı güçleri teşkil eriyorlar.
Diğer yandan Miloseviç ve Saddam Hüseyin gibi devletçi rejimler, iflas etmiş bir “sonradan/gecikmiş modernleşme”nin, kolay yenilebilecek konumdaki türleridir. ‘Mal üreten’ kapitalist sisteme ve dünya pazarına katılımları bakımından son kullanma tarihi geçmiş demode türlerdir. Kapitalist dünya krizinin asıl sonuçları devletler ötesi bir karakter arzediyor. ıktidar gücünün şimdiye kadarki şekliyle kapitalist dünya krizi, kontrol edilemeyen ve önceden hesap edilemeyen türde; yani yüksek teknolojiye sahip askeri mekanizmanın erişemeyeceği karakterde.
ABD özeline geri dönecek olursak, “Dünya Polisi”nin 11 Eylülden sonra belirginleşen yeni savaş tarzı konusunda yetersiz kaldığı iyice görüldü. Bu arada herkesin asıl merak ettiği konu, o kimsenin yaralayamadığı güçlü mitolojik kahraman Aşil’in tek ölümcül yeri, yani topuğunun yeri. Sizce ABD’nin topuğu nerede?
Robert Kurz: 11 Eylül, küresel melez-azınlık kapitalizminin, klasik askeri alanın dışından gelen beklenmeyen saldırılara karşı çok zayıf olduğunu gösterdi. Aynı durum, dünya polisinin işgali altındaki bölgelerde, devlet-sonrası (poststaatlich/poststate) dönem gerillası için de geçerli. Yeni “Asimetrik savaş” hakkında çok şey yazıldı. Makro alanda ABD her zaman kazanıyor, mikro alanda da her zaman kaybediyor. şu, “Terörizme karşı savaş” denen şey sonuçlandırılabilecek bir şey değil, çünkü bizzat Batı’nın ortaya çıkardığı kapitalist dünya krizinin hayaletine karşı yürütülen bir savaş. Savaşan iki tarafın da belli bir perspektifi yok, çünkü savunabilecekleri toplumsal alternatifler geliştiremiyorlar.
Amerikan askerî mekanizmasının bambaşka bir sınırı daha var, o da mâlî sınırı. ABD’nin silah üstünlüğünü sağlayan ekonomik koşullar, bir daha geri gelmemek üzere geçmişte kaldı. Mal üreticisi kapitalist sistemin küresel krizi, her yerde, mâlî krizler şeklinde görünüyor. Ve kapitalizmde kaynaklar, askerî amaçlar için de olsa yalnız, “finanse edilebilir” durumda oldukları zaman seferber edilebilirler. Bugünkü kriz şartları altında Batı Avrupa ve Rusya’nın ekonomik-malî bakımdan ABD’nin askeri büyümesini taklit edip tekrarlamalarına imkân yok. ABD de gittikçe artan bir hızla kendi ‘finanse edebilme’ sınırlarına dayanıyor. ABD şu andaki askerî mekanizmasını, kendi gücüne dayanarak kopyalayabilecek, yeniden kurabilecek durumda değil; küresel sermayenin, paranın ABD’ye akışına bağımlı. Bu para akışı, küresel krizin yayılması ve maliyetlerin yükselmeye devam etmesiyle birlikte kesilmek zorunda -ki daha şimdiden rekor düzeyde borçlanmaya neden olmuştur. Irak’ın, Afganistan’ın ve diğer ülkeleri, sürekli yeni askeri operasyonlar eşliğinde işgal altında tutmak, çok yakında ABD’nin soluğunu kesecektir.
Amerikan ordusu Irak’ı aylardır işgal altında tutuyor. ışgalin eski malum “gerekçeleri” bir yana, göstermelik bir kaç girişim dışında ABD’nin “söz verdiği” demokrasi ve düzenden eser yok. Sizce ABD Irak’ta bir düzen mi yoksa bir düzensizlik mi kurmak istiyor?
Robert Kurz: ABD’nin yalnız Irak için değil, dünyanın Irak dışınada kalan kısmı için de; hiç bir stratejik gelecek-tasarısı bulunmuyor. Elinde; yüksek teknolojiye sahip askeri mekanizmasından başka kullanabileceği bir şeyi olmadığından, kendi sisteminin dünya çapındaki krizine karşı, ileriye doğru askeri bir kaçış yaparak reaksiyon gösteriyor. Belki daha sonra ıran’a, Suriye’ye, Kuzey Kore’ye ve diğer ülkelere saldıracak, ama bunun sonucunda ancak Pirus zaferleri kazanabilir. Çünkü ABD’nin toplumsal anlamda; ideolojik sayıklamalar ve siyasi hayaller dışında insanların önüne koyabileceği, onlara sunabileceği tatmin edici hiç bir şeyi yok. Modern siyasi ve hukuki sistem; ancak dünya pazarındaki rekabet kabiliyetinin varlığına ve devamına uygun olarak, o ölçüde varlığını sürdürebilir. Bu özelliğin -3.Endüstri Devrimi’nin şartları altında- sönmeye başladığı yerlerde, Batı matrisine/sistemine uygun siyasi ve hukuki yapılanmalar ya bozuluyorlar ya da hiç kurulamıyorlar.
Irak’ta, Rekabet kabiliyetine sahip kapitalist bir üretim sisteminin kurulması için yatırım yaparak bunu finanse edebilecek tek bir Allahın kulu yok. Yalnız petrol endüstrisinin işler duruma getirilebilmesi için bile devasa yatırımların yapılması gerekiyor -ki onun da pek olacağı yok. Irak’a yapılan askeri saldırı, bu ülkenin bakımsız altyapısını tıpkı Yugoslavya’da olduğu gibi daha da bozdu. Üstelik Irak’da, şimdi burada adını anmaya deyecek bir “yeniden inşa” çalışması da görülmüyor. Herhangi bir perspektiften yoksun Batılı kriz sömürgeciliği, işgal ettiği ülkeleri ve bu ülkelerin halklarını ne yapacağını da bilmiyor. Halklara; daha da büyütüp sonsuzlaştırdığı bir kaos ortamı, şiddet ve fukaralıktan başka bir şey sunamıyor. Başını ABD’nin çektiği Batı, ‘mal üreten sistem’in artık tarihi sınırlarına dayandığını ve insanlığın ezici çoğunluğunun, dünya pazarının kriterlerine göre yaşayamayacağı gerçeğini kabul etmek istemiyor. Bu bağlamda, (yüksek maliyeti nedeniyle) onlar için bir “getirisi” olmayan bazı yer altı kaynaklarını da kullanmayıp kapatıyorlar. Batı’nın içine düştüğü bu zor durumun, askeri metodlarla bertaraf edilmesi mümkün değil. Irak’ın ABD tarafından işgali sırf bu nedenlerle, gelecekteki benzeri olası girişimlerinde de görüleceği gibi başarısızlığa uğrayacaktır.
Kriz bölgelerinde Amerika’nın militarist ve işgalci politikası, sadece önemsiz bir siyasi ve sosyal azınlığı kendine dayanak olarak alabilir. Bu azınlık esas itibariyle; kriz bölgelerindeki üst ve orta tabakanın artıklarından, “Jeunesse doree” (1) tipi, Batı’da Batılı bir öğrencilik dönemi geçirmiş olanlardan ve belki ülkesinin Amerikan işgaline uğramasını umut edenlerden oluşuyor. Bunlar, toplumsal ‘gelişim süreci’nin pozitif bir seyir izleyeceğine artık inanmıyorlar. Bu yüzden de, içine doğru patlayarak küçülmekte olan dünya pazarında Batılı tüketim ürünlerinden/hizmetlerinden paylarına düşeni kaybetmemek, korumak istiyorlar. Bu istekleri elbette bir hayalden ibaret. Globalleşme’nin “Jeunesse doree” takımı her yerde, hatta Batı’da da var. Bunlar, morali bozulmuş bir entelektüel tabakanın sosyal ve ekonomik sefaletine işaret etmek bakımından, sadece bir dipnot olma değeri taşıyorlar.
Amerikan entellektüelleri; 11 Eylül’den sonra kendisine “başkanımız” diye hitab ettikleri Georg W. Bush’u “terörizme karşı haklı savaşında” desteklemek amacıyla ortak bir bildiri yayınladılar (“What we’re fighting for: A Letter from America”). Orada şöyle bir cümle de var: “Doğayla ilintili insan haysiyetinin en açık siyasi ifadesi, demokrasidir.” Amerika’nın “Batılı değerleri” gerçekten evrensel değerler mi?
Robert Kurz: Kendi sisteminin ürettiği dünya krizinden ileriye doğru askeri kaçışı, ileriye doğru ideolojik kaçışıyla tam bir uyum içinde. ABD’nin global koruması altındaki Batılı evrenselcilik (Universalismus/universalism), bugün de sermayenin değerlendirilmesiyle ilgili bir şey. Kapitalizmin bütün dünyaya yayılmasıyla orantılı olarak evrenselleşti. Böylece, evrenselciliği ideolojik anlamda savunanların iddia ettiği gibi, tarih ötesi bir gerçekliğe sahip değil; tam tersine, belli bir tarihsel dönemin, kapitalizm çağının tarihi ile sınırlı. Tabii evrensellik; insanlığa, uğur ve mutluluktan başka herşeyi verdi. Evrensellik, dünyaya muazzam bir sefalet getiren sosyal zorunluluklar ve iktidar sistemi anlamına geliyor. Ve o her zaman, insanların diskalifikasyonu anlamına da gelmiştir. kapitalist kriterlere göre bir şekilde yetersiz sayılan insan kitleleri, diskalifiye olup sistemin dışında kalıyorlar. Kendi kriterleriyle değerlendirdiğimizde evrensellik, kocaman bir yalandır.
Eğer burada ‘insan hakları’ndan da bahsedecek isek, önce insanın toplumsal tarifini sorgulamalıyız. Kapitalizmin, bir insanı hukuki anlamda “birey” sayması için o insanın satabilecek birşeyinin olması ve mal/hizmet satınalabilecek durumda biri olması gerekmektedir. ınsanın bu kabiliyeti de -prensip itibariyle- o kişinin iş gücünün, sermaye değerlendirme sistemine uyarlanıp uyarlanamamasına bağlıdır. Oysa bugün gittikçe artan sayıda insan -hatta Batı’da bile- bu sistemin dışında kalıyor. Sistemin sessiz mantığına göre bu insanlar insan olmanın bütün özelliklerine sahip değiller ve son tahlilde insandan sayılmıyorlar.
Amerikalı entellektüellerin bildirisindeki “Demokrasi” hakkında neler söyleyeceksiniz?
Robert Kurz : Demokrasi için de benzeri şeyler geçerli. Burada sözünü ettiğimiz şey (demokrasi); toplumun bireylerinin biraraya gelerek toplumun kaynaklarının doğru şekilde kullanılması hakkında karar verdikleri bir kurum falan değil. Bu kararları verme hakkı, kör sürecin mekanizmaları tarafından ve pazarın -bugünkü şekliyle dünya pazarının- sosyal duyarlılıktan yoksun kriterleri tarafından toplumun elinden alınıyor. Demokrasi en başta, pazardaki rekabetin sonuçlarını düzenliyor. Aslında o, rekabetin öznelerinin düzenlenmesi demek oluyor. Bu yüzden demokrasi aygıtı aynı zamanda bir sınırlandırma, baskı ve tehdit mercii olma özelliği de taşıyor. Rekabet kabiliyetine sahip olmayanlar için demokrasi zaten anlamsız hale geldi. Sistemin dışında kalan kişilerin başına gelenler, artık sistem dışında kalan ülkelerin de başında geliyor. Dile getirilmeyen tüm bu insanlık karşıtı/düşmanı sonuçlar karşısında Batılı “demokratik” entellektüeller susuyorlar, bütün bunları gözmezden geliyorlar.
Dünyanın tamamına aynı ekonomik düzeni (serbest piyasa kapitalizmi) aynı devlet şeklini (ulus-devlet, cumhuriyet vb.) dikte etme cürreti nereden geliyor? En ücra köşesine kadar dünyanın her yeri ve bütün insanlar birbirine benzeyince; Tibetli lamalar, Eskimolar ve Amazon kızılderilileri bile takım elbise giyip çizgili kravat takınca, Amerikalılar sizce daha mı mutlu olacaklar?
Robert Kurz: Kapitalizm, insanların ihtiyaçlarını dikkate almayan, irrasyonel bir; ‘paranın durmaksızın daha çok paraya çevrilmesi’ olayıdır. Paranın birikimi işlemi, totaliter özellikler taşır ve yanıbaşında başka bir toplumsal şekillenmeye tahammül edemez. ışlem bu yüzden yayılıp genişlemeye yatkındır ve çoktan bir dünya sistemi haline gelmiştir. Dünyadaki bütün ülkeler, bütün kültürler, bütün insanlar, sermayenin aynı toplumsal şekli içinde yeralıyorlar. -Gene de bütün toplumsal varoluş şekilleri birbirinin aynı değiller. Fakat asıl fark, sermayenin global şekli dahilinde, kültürel değil ekonomiktir; kazananlarla kaybedenlerin farkıdır; fakirlerle zenginlerin farkıdır; gelişme ile “geri kalmışlığın” farkıdır.
3. Endüstri devriminin ardından yeni dünya krizi şartları altında ‘kaybedenler’ ve fakirleşenler kitlesi öylesine artıp çoğaldı ki, artık bütün bütün ülkeler ve dünyanın çeşitli bölgeleri, kapitalizmin kendi kendini kopyalayarak yeniden üretme özelliğinin dışında kalmaya başladılar. Ve kriz, bizzat Batı’nın içine kadar girip yayıldı.
şimdi bu durumda ortaya, krizi -yanlış- bir “kültürcü” açıklamayla aşmaya çalışanlar çıktı. Kültürcü eleştiri, siyasi-ekonomik sermaye ilişkilerine ve onun şekillerine değil de, güya “yabancı” olan bir başka kültüre yöneliyor. Oysa Batı’nın “Kültür emperyalizminin” aslı, kapitalist üretim şeklinin global bazda kabul ettirilmesinde yatar; dinsel tasavvurlarda değil, giyim tarzlarında değil. Tibetliler, kızılderililer ve diğerleri; dünya pazarında gittikçe daha da sefil durumlara düştükten sonra, yeniden geleneksel kıyafetlerini ve geleneksel törenlerini geri alsalar; bunun ne kıymeti olabilir?
Kapitalizm öncesi kültürler sanki hiç bozulmamışlar da, sadece dış görünüm bakımından Batılı “yaşam biçiminden” etkilenmişler gibi davranamayız. Kapitalistleşme süreci yüzyıllardır devam ediyor ve artık dünyada; bakir kalmış, saf yerel/yerli kültür diye bir şey kalmadı. Tam tersine kültürel, dinsel ve diğer özellikler; olumsuz anlamdaki evrensel kapitalizmin üzerini kaplayarak ona parlak folklorist bir cila oluyorlar. Bugün ilan edilen neo-etnik, neo-birlikçi/aidiyetçi, neo-dinsel kimlikler; bütün bunlar yapay, sentetik bir gelişmeden başka bir şey değildirler ve insanların krizde hayatta kalma dürtüsünden doğmuşlardır; ayrıca insanlara da kapitalist yollardan/metodlarla iletilmektedirler. Kapitalizmden kurtulmuş bir insanlık, kuşkusuz birçok pozitif şeyi; modern çağdan önceki Avrupa dışı gelenekleri benimseyebilir. Ama içinde yeralmaya mecbur olacağı dinsel ve etnik tarzdaki kapalı cemaatlere ve toplumlara artık geri dönemez.
Paranın belirlediği soyut evrenselliğin karşısında kültürel farklılık, başka bir şekilde; eski, donuk kültürel kimliklerin ötesinde, mesela dünyanın her köşesinde kitleler halinde yaşayan göçmenlerin bulunmasıyla bugün yeniden keşfediliyor. Kültür zaten her zaman karışım demektir. Kapitalizm sonrası, Batı sonrası toplumda kültür, gezegeni gerçek anlamda kapsayan bir ölçek kazanacaktır.
Eski Romalılar, bugünkü şekliyle herkesin “doğal” bulduğu ‘çalışma’yı, kölelere layık aşağılık bir iş olarak görüyorlardı. Hintlilerin kutsal saydığı Mahabharata destanında Tanrı Krişna, “ürün veren çalışmayı”, yani sırf maddi kazanç sağlamak amacıyla üretmek işini, aşağılık bir uğraş olarak gösterir. Türklerin Orta Asya’da Sasaniler’den öğrenip, Anadolu’ya getirdikleri “Fütuvvet”in de insan doğasına çok daha yatkın bir çalışma sistemi olduğunu biliyoruz. Batıdan yayılarak bütün dünyayı işgal eden”mal/hizmet üreten çalışma” neyin nesidir?
Norbert Trenkle : “Mal üreten çalışma”, kapitalist toplumun ana prensibidir; yani tanrısıdır. Sözün tam anlamıyla durum şöyle : Kapitalist toplum, ‘çalışma’ya tapıyor ve aynı zamanda ‘çalışma’nın hükümranlığı altında bulunuyor. Bunun anlamı şu: Sermayenin değerlendirilmesi işlemi ile ‘çalışma’ ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlı. ‘Çalışma’, kapitalizmdeki toplumsal faaliyetin insanlara dayatılan toplumsal şeklidir. Amacı mal üretmektir ve sermayenin değerlendirilmesi için bir araçtır; bu da paraya daha fazla para kazandırmaya yarar. Burada; nicel, içiboş, soyut bir amaç sözkonusu olduğundan, ne üretildiği hiç önemli değildir. Ekmek mi üretilmiş, makinalı tüfek mi… hiç farketmez. Asıl mesele, o malların satılabilmeleri ve ederlerinin çil çil altına, yani paraya çevrilebilmesidir. Bu bağlamda ‘çalışma’nın anlamı, ne işle meşgul olunduğuyla ilgili değildir. ‘Çalışma’, insanı çok özel bir faaliyet tarzına uymaya zorlar ve “etkin” olmak zorunda bırakır. Bir payda altında toplayacak olursak: ınsanlar; mümkün olduğu kadar kısa sürede, mümkün olduğu kadar çok iş çıkarmak zorundadırlar. Çalışma temposu, rekabet yüzünden sürekli yükselir. ınsanın bireysel ihtiyaçlarına, onu tatmin eden sosyal ilişkilerine ve en önemlisi; insanın rahat edip kendini bulduğu, tembellikle geçirdiği o boş zamanlara yer kalmaz. Sırf bu nedenlerle, yeni çağın başından beri, yani kapitalizmin oluşmaya başladığı devirden beri “boş zaman geçirmek”, Avrupa’da ayıplanan ve “her türlü belanın, kötülüğün başı” sayılan bir şeydir.
‘Çalışma’nın böyle ahlaki bir değer haline getirilip yüceltilmesinin nedeni, insanların iş güçlerini satmaya zorlanmaları ve “etkin” bir şekilde makine gibi tıkır tıkır işlemelerini sağlamaktır ve bunu toplumsal alanda başarılı bir şekilde insanlara kabul ettirmektir. Dışarıdan yapılan baskılarla insanların çalışmaya zorlanmalarının yanı sıra; bir de insanın içinden, ona hükmeden akıllarını kullanılarak ikinci bir zorlama mekanizmasının kurulması ve dış baskının içerden tamamlaması gerekmiştir.
Kendini dayatan bu sistemin, oldukça kısa bir sürede yeryüzünün her yerine yayılmasının nedeni, yapısal olarak sınır tanımayan bir büyüme/genişleme eğilimine sahip olmasından gelmektedir. Tamamen nicel olan, ‘sermayenin değerlendirilmesi’ işi, bütün yaşam alanlarını ve dünyanın her yanını ‘çalışma’nın ve ‘mal üretimi’nin diktatörlüğü altına sokuyor. Kendi içinde değerlendirildiğinde manyakca bir işlem, çünkü doğal sınırların olduğu reel dünyada sınırsız büyüme olamaz. Onun da ötesinde ‘çalışma’ ve ‘mal üretimi’; paraya para katmayan, para kazanmaya yönelik olmayan bütün diğer faaliyetleri dışlayıp küçümseyerek, kendi evrensellik iddialarını peşinenen yalanlamış oluyor.
Para kazanmaya yönelik olmayan faaliyetlerin başında, kadınların ev işleri geliyor. ıkinci olarak da, insanın kendisi için yapmak istediği birçok faaliyet. Bunlar ya bastırılıyor ya da yapılması imkansız hale getiriliyor. Bu faaliyetler özellikle, günlük insani ve doğal ihtiyaçların karşılanması amacıyla yapılan ve kapitalizmin “marjinal” bir şey olarak görüp “tahammül” ettiği insani faaliyetlerdir. Üçüncüsü; iş güünü satma imkanı olmayan insanlar, “lüzumsuz” ilan ediliyorlar. ıçinde bulunduğumuz kriz sürecinde özellikle bu üçüncü nokta giderek daha büyük bir rol oynamaktadır. Tam da bu noktada, kapitalizmin derinliklerinden gelen; “çalışmayan kişi yemek de yemesin” prensibi işliyor ve kanlı etkisi, dünyanın gittikçe daha geniş alanlarını ve daha kalabalık kesimlerini kapsıyor.
Dünyanın tamamını kaplayan veya kaplamayı hedefleyen; “Kapitalizm” ve “Sosyalizm” gibi sistemler aynı kaynaktan; “Aydınlanma” düşüncesinden doğdular. Global kapitalizm, beklenenden çok daha hızlı bir şekilde son sınırlarına eriştiğine göre “Aydınlanma”, yeni üçüncü bir global sistem doğurabilecek kadar genç mi?
Robert Kurz : Batılı Aydınlanma, insan aklının zaferi değildir. Bilakis; Batılı Aydınlanma, sermayenin yıkıcı aklını, ‘akıl’ ilan etmiş ve topyekün rekabetin sivil öznesine, felsefi anlamda meşrutiyet kazandırmıştır. Aydınlanma, Din’i; tek tek kişilerin ‘özel meselesi’ haline getirdi. Bunun nedeni, sermayeyi sekülerleştirilmiş (laikleştirilmiş) bir din haline, “soyut çalışma”nın dini haline getirmesidir. Adına “Ölü iş/çalışma” dediğimiz Para, Batı’nın içkin, dünyevi tanrısıdır. şimdiye dek görebildiğimiz kadarıyla Sosyalizm, kendikendisini tasdiklemek amacıyla ‘Aydınlanma’ya dayanıyordu. Çünkü sermayenin -yani mal üreten sistemin- modern şekillerini aşamamıştı. Sosyalizm, dünya sermayesinin kemale ermiş krizlerinden birinin ürünü bile değildi. Onun yerine, dünya pazarının taşrasındaki “gecikmiş modernleşmenin” bir ürünüydü. Bu yüzden sosyalizm, aynı zamanda milliyetçi bir örgtülenmeydi ve aynı nedenlerle onun dini de “soyut çalışma”ydı. O, sadece ‘Para’ ile pazarı daha farklı bir şekilde şekillendirmek, ya da ayarlamak istiyordu. Ama bugün, 3.Endüstri Devrimi’nin hamlesi karşısında ve yalnız kapitalizmin değil, Batı’nın sahte aklı ve sahte özne formu karşısında tükendi. Bu saydığım nedenlerden dolayı, Aydınlanma düşüncesinden, insanların özgürlüğü ile ilgili yeni bir perspektif çıkmaz. O da bizzat ‘mal üreten toplum’a uygun parçalardan biridir ve bunların radikal bir şekilde topyekün eleştirilip aşılmaları gerekmektedir.
Burada asıl sorulması gereken soru, ‘Aydınlanma’ ya yöneltilecek eleştirinin nasıl formüle edileceğidir. Ona karşı birçok ses yükselebilir, ama asıl önemli olan, gezegeni kapsayan ortak bir hareketle şu “Modern” denen şeyin aşılmasıdır. Bu hareketin başarılı olması için, tıpkı kriz içindeki sermaye gibi uluslarüstü bir karakter arzetmesi gerekiyor. ‘Aydınlanma’yı, ileriye doğru, tarihi bakımdan geleceğe açık olan alanda yarıp çıkmak gerekiyor; gerici bir manevrayla zamanda geriye doğru giderek, geçmişe dönerek değil. şimdilik bütün dünyada, geriye dönük hareketler yükseliyor. Dine sığınma olgusu Batı’da da var. Dinin bize dünya hakkında söylemeye devam edebileceği şeyler konusuna gelince: Dinler toplumsal alanda, artık geri gelmeyecek olan tarım kültürlerinin ürünleriydiler. Öyleyse dinler, bugünkü sosyo-ekonomik krizin aşılmasına fazla katkıda bulunamazlar.
Sermayenin çeşitli biçimlerine karşı; ayrıca insan kaynakları, doğal kaynaklar ve toplumsal ilişkilere yaklaşım konusunda, yeni alternatifler geliştirilmediği sürece, kolaya kaçan kültürcü eleştiriler, tıpkı eski sosyalistlerin eleştirileri gibi önemsiz/hükümsüz olacaklardır. Böylece, Max Weber’in dediği gibi önce Batı’nın kurduğu “demir kafes” içinde hapsolup kalacaklardır. Örgütlü sadakalarla, kapitalizme alternatif olunamaz. 3.Dünya’daki neo-dindar konjonktür; dünyanın sermaye tarafından ekonomik misyonerlik faaliyetine maruz kalması olgusunu gözardı ettiği sürece inandırıcı olamaz. Kapitalizmin ve dünya pazarının insanlara sunulma şekli; ancak bütün insanlığın devrimci çabasıyla aşılabilir.
Global ekonomi okyanusunda bazı hür adalar kurulamaz mı?
Norbert Trenkle : Hayır; hür adalar kurulamaz, çünkü mal üretimi, sermayenin değerlendirilmesi ve ‘çalışma’ bir bütündür. O, bütün dünyayı esir almış bulunuyor, hem de yalnız dışarıdan değil, insanları kendi suretine göre şekillendirerek içeriden de. Ve yanında başka toplumsal düzenlerin ve örgütlenmelerin yaşamasına izin vermiyor; onları ya bastırıyor ya da yok ediyor. Ben, global ekonomi ile alternatifleri arasında eşitlikçi bir ilişkinin mümkün olmadığını söylemek istemiyorum. Yalnız; kapitalist sistem ile, sözünü ettiğimiz hür adalar; barış içinde birarada yaşayamazlar. Çünkü, sistemin totaliter talep ve istekleri; içinde bulunduğumuz kapitalist sistemin kendi temellerini yoketmesi ve gittikçe artan sayıda insanı sınırlarının dışına itmesi demek olan kriz sürecinde bile dinmek bilmiyor. Bu şartlar altında global pazarın ve devletin ötesinde kendiliğinden oluşan örgüt parçacıkları/uzantıları bile engelleniyor. Örneğin halkın tarım alanları ve fabrikaları işgal ettiği yerlerde, işgal edilen toprakların artık tarıma uygun olmamasına, fabrikaların, kapitalin değerlendirilmesi açısından bakıldığında “işe yaramaz” durumda olmalarına ve kapatılmak zorunda olmalarına rağmen, işgale izin verilmiyor. Devlet, herşeyi göze alıp, elindeki bütün imkanları kullanarak oraları da savunuyor. Çünkü özel mülkiyet, mal üreten sistemin -her şart altında savunulması gereken- temel prensiplerinden biridir.
Bu nedenle sosyal özgürlüğü savunan hareketler tarafından üretimin ve hayati ihtiyaç maddelerinin ilhak edilmesi ve diğer, sosyal bakımdan boş alanların fethedilmesi sırasında, gittikçe artan dozda direnişle karşılaşacakları kesindir. Ayrıca o sözünü ettiğimiz yerler, asla kendi kendine yeten adalar olamazlar, onun yerine, toplumsal ilişkilere sahip çıkmaya çalışan ve mal üretimi ile ‘çalışma’yı ortadan kaldırma yolunda ilerleyen yerler olabilirler. Bugün çok ütopik gibi gelse de, ‘çalışma’yı ortadan kaldırmak için bu yola çıkılmak zorunda ve bunun başka bir alternatifi de yok. Mal üreten sistemin insanlığa sunabileceği son perspektif, felaket ve yıkımdır; yani insanoğlunun yeryüzündeki bütün yaşam biçimlerinin adım adım bozularak yokolmasıdır.
Uluslararası globalleşme karşıtı hareket, Doğu ile Batı arasındaki dünyanın (Müslüman ve Ortodoks-Hristiyan dünyasının) halkları tarafından; stres altındaki eski ve yeni solcuların oluşturduğu garip giyimli, boyalı yüzlü karnavalcı gruplarmış gibi algılanıyor. Sizce, globalizme karşı sert tutum aldığını söyleyen ıslamcı-fundamentalist kesimler globalleşme karşıtı hareketlere neden katılmıyorlar?
Norbert Trenkle : Bakın, globalleşme karşıtı hareketin doğuda kuşkuyla karşılanmasını anlayabilirim. Birçok olumlu yanının olmasına karşın, büyük ölçüde artık geride kalmış sol teori geleneğine uygun hareket ediyor. Hatta eski sol teorileri eleştirerek aşmak ve değiştirmek yerine, yeniden kullanılabilir hale getirmeye çalışıyor. Bu saptamam esas olarak ‘Attac’ tarzı (2) nostaljik Keynesçilik için, ve geleneksel anti-emperyalizm söylemi için geçerli. Ayrıca globalleşme karşıtı hareket uluslar ötesi bir eğilim taşımakla birlikte -ki bence çok olumludur- sonuç olarak gene de batılı metropollerin hareketidir. Güneylilerin hareketiyle, örneğin Hintli köylülerin toprak mücadelesiyle pek ilgisi yoktur -ama, klasik dayanışma zihniyeti içinde kısmen de olsa Hintli köylülerle bağları mevcuttur.
ıslami fundamentalizme gelince -o çok başka bir şey. Ben ıslami fundamentalizmi, özgürlükçü doneler taşıyan sosyal bir hareket olarak görmüyorum. Bence onların, kapitalizmin krizine karşı sergiledikleri reaksiyon, özgürlük karşıtı bir özellik taşıyor. ıslami fundamentalizm, kendisinin de hoşuna gitmeyecek kadar modern ve fazla Batılı bir hareket. Batılı olmadığı iddiasına, ıslami-kültürel kökene ve ıslami yaşam tarzına geri dönüşü temsil ettiği iddiasına gelince; bu kendi ideolojisinin izdüşümünden başka bir şey değil; hem de Batılı modernizmden doğma bir ideolojinin izdüşümünden. Onun, yani Batılı modernizmin asli nümunelerinden biri olarak…
Bunu biraz açalım isterseniz?
Norbert Trenkle : Batı’da 19. yüzyılın başlarından itibaren bazı düşünsel ve siyasi akımlar oluştu; Aydınlanma’yı, modern çağ öncesi ilksel ve bütünsel bir noktadan yola çıkarak eleştirdiklerini iddia ettiler. Bu akımlar, Romantizm döneminden (3) Faşizm ve Nasyonalsosyalizm dönemine kadar uzanırlar. Kapitalizme ve Aydınlanma düşüncesine özgürlükçü eleştirilerde bulunmazlar tabii. Faşizm, Nasyonalsosyalizm ve benzeri akımlar, kapitalizmin ve Aydınlanma’nın en berbat ve en yıkıcı yanlarını sergilemişlerdir. ıslami fundamentalizm, tam da bu ideolojik geleneğe uygun bir yerde durmaktadır. Hatta, onunla doğrudan düşünsel bağları da bulunmaktadır. Örneğin modern radikal islamizmin önde gelen düşünürlerinden Seyyid Kutup’un düşünceleri, bariz bir şekilde Fransız doktor Alexis Carrel’in düşüncelerine benzemektedir. Carrel, 20.yüzyılın başında kendini sosyal-darvinist bir şekilde ortaya koyan ırkçı bir hayat felsefesi geliştirdi. Bilinen şekliyle Seyyid Kutup’un “gerçek ıslam”a ve onunla ilişkili kültüre yaptığı ithaf, son derece Batılı bir ideolojinin kamuflajından başka birşey değil. Global krizin baskısı altında her tür fundamentalizmin -Batı’da da- oldukça hız kazanmış olması bir rastlantı değil. Bu tesbit, Hristiyan fundamentalizmi için olduğu kadar, çeşitli milliyetçi, ırkçı ve neofaşist akımlar için de geçerlidir. Bu anlamda fundamentalizm global bir sorundur ve diğer benzerlerine karşı olduğu gibi ona karşı da özgürlükçü bakış açısından yola çıkarak her yerde her şekline karşı mücadele edilmelidir.
Türkiye’de Sol, belirgin bir şekilde Batı solundan ve Batılı değerlerden kopma eğilimi gösteriyor. Batının solcularını; sosyal demokrasinin kuyruğuna takılmakla, AB’nin pazarlayıcıları haline gelmekle suçluyorlar. Türkiye’nin solcuları; yükselen ABD tehlikesi karşısında müslüman, milliyetçi/ulusalcı çevrelerle yakınlaşıyor, onlarla ittifaklar kuruyorlar. Avrupalı/Batılı solcular, yeşiller ve diğerleri, Üçüncü Dünya ülkelerindeki türdaşlarını unuttular mı?
Norbert Trenkle : Türk solcuları, Batılı soluculara yönettikleri eleştirilerinde tamamen haklılar. Batılı solucuların büyük bir kısmı kapitalizmin ‘kriz yönetimi’ni ve şu “Batılı değerler” denen şeylerin savunulmasını kendilerine politika olarak seçiyorlar. Avrupa’da, yeni liberal politika taraftarı sol eleştirmenler de bugün AB milliyetçiliğini savunuyorlar. Tam bir saçmalık örneği olan düşünceleriyle AB’yi, güneyin ve doğunun ülkelerinden güya ayırmış oluyorlar. Aslında burada, solcuların mal üreten topluma ve onun müesseselerine nasıl kapılanmış oldukları, özellikle de devlet müessesine nasıl kapılanmış oldukları açıkça görülmüş oluyor. Toplumsal düzen şimdi olduğu gibi böyle köklü bir krize girdiğinde de solcular, ne pahasına olursa olsun onu kurtarmak istiyorlar ve arada o yüzeysel enternasyonalizm’lerini de unutuveriyorlar.
Türk solcuları hakkında anlattıklarınızdan haberim yoktu ve bu nedenle bir yargıya varmak istemiyorum; ama Doğu ile Batı arasında, iki tarafın fundamentalistlerinin birbirinden kültürel bazda uzaklaşma çabaları ve onun sonucu olarak bölünmeye doğru gidebilecek bir gelişme çok üzücü olur. Bu, özgürlükçü bir perspektif ışığında gerçekleşemez. Asıl önemli olan; kültürcü, ırkçı, milliyetçi bölünmelerin aşılmasıdır. Mal üreten sistem, hem de hiç durmadan -tam da krizi sırasında- durmadan yeni bölünmeler üretiyor. Bölünmelerin aşılması için önkoşul, bir sosyal özgürlük hareketinin şekillenmesidir. Bu hareket, bütün sınırların ötesinde, global kapitalizmin yıkıcı mantığına ve kriz yönetiminin küstah taleplerine karşı direnmelidir. Bu potansiyelin parçalarını; hem globalleşme karşıtı harekette, hem de doğunun ve güneyin birçok sosyal hareketinde görüyorum. Bunun dışında, yolunu şaşıranlar da çok; çünkü bugüne kadar temel alınan toplumsal eleştirinin en önemli dayanağı Marksizm, kapitalizmle birlikte krize girmiş bulunmakta. ıçinde bulunduğumuz dönemde, kapitalist toplumun temel şekillerini ve kurumlarını sorgulayan bir ‘uluslarüstü radikal toplumsal eleştiri’ tartışmasını hayata geçirmek, çok büyük bir önem arzediyor. Mal üretimi ve para, ‘çalışma’ ve sermaye, Pazar ve devlet, aynı şekilde bütün bu kategorilerle yapısal bağları olan ataerkil cinsiyetler hiyerarşisi yeniden tartışmalıdır. Böyle bir tartışma, mal üreten sisteme karşı yürütülmesi gereken global mücadeleye yeni bir yön verip, sistemin özgürlükçü anlamda aşılmasını sağlayacak yeni perspektifleri gözle görülür hale getirecektir.
Buradan, konuşmamızın başına dönecek olursak, ABD’nin durumu, bütün bu gelişmelerin odağında yer alıyor. Sizce ABD, -son zamanda çok söylendiği gibi- umulandan daha kısa bir süre zarfında Sovyetler Birliği’nin akıbetine uğrayıp içine doğru patlayarak çökecek mi?
Norbert Trenkle : Önümüzdeki birkaç yıl içinde ABD’nin ekonomik bakımdan içine doğru patlaması (implosion), kesinlikle program dahilindedir. Ve bu olay, dünyadaki kriz sürecini muazzam hızlandırarak keskinleştirecektir. Patlamanın nedeni, ABD’nin dünya kapitalist sisteminin merkezi olmaya devam etmesidir. Ama ABD’nin bugünkü gücü, 1945 yılı ile 70’li yıllar arasındaki gibi, herkesi geride bırakan yüksek endüstriyel üretkenliğine dayanmıyor. ABD gücünü, dünyanın her köşesinden mali sermayeyi emerek süpergücün ‘süper’ tüketimini finanse etme yeteneğine dayandırıyor. Aslında bugünkü Amerikan ekonomisi de, muazzam bir borçlanma ile korkunç bir şekilde şişirilmiş borsa spekülasyonuna dayanmaktadır. Gerçi bu özellik, bütün dünya ekonomisi için geçerli olmakla birlikte; gelişme, ABD’de yanıcı gazların yüksek yoğunlukta birikmesi istikametinde seyretmektedir. ABD -tabiri caizse- dünya ekonomik sisteminin en büyük çekim merkezini oluşturuyor. Böylece bazı Doğu Asya ülkelerinin göreceli ekonomik başarıları da; mesela ABD’ye yapılan, kredilerle ve borsa spekülasyonlarıyla finanse edilen ihracatlarla izah ediliyor.
“Buble economy” (çiklet balonu ekonomisi) patlarsa, yalnız mali sektörü vurmayacak; aynı zamanda dünya pazarı için yapılan üretimin geniş kesimlerinin, kamuya ait altyapının ve sosyal sistemin de çökmesi anlamına gelecek. Aynı şey, kapitalist metropollerde de yaşanacak. Krizin, önceden tahmin edilebilecek şekilde iyice keskinleşmesinin nedeni, aşırı derecede ısınan spekülasyonlar olmayıp, iyice şişirilmiş mali piyasalardır. Bunun anlamı, real ekonomide -yani mal üretiminde- sermayenin yatırım yapabileceği kadar çok/geniş yatırım olanaklarının artık bulunmamasıdır. Burada, klasik bir “aşırı birikim krizi” ile karşı karşıyayız. Fakat bu krizin -mesela 1930’lardaki dünya krizinden farklı olarak- kapitalizmin kendi içinden çıkartacağı bir çözümle aşılması ihtimali bulunmuyor.
Mikroelektronik temelde gerçekleşen 3.Endüstri devriminin eriştiği üretimin miktar/kalite derecesi o kadar yüksek ki, global alanda üretilen mal miktarının sürekli artmasına rağmen, giderek daha fazla iş gücü ‘gereksiz’ hale geliyor. Kapitalizm, bu özelliğiyle durmadan, hızla kendi kendi altını oyuyor. Kapitalizmin işleyebilmesi için, her zaman daha fazla değer üretmesi ve gittikçe artan miktardaki iş gücünü harekete geçirebilmesi gerekir. Bugünkü üretim seviyesine bakınca, bunun tam tersini gözlemliyoruz: Bir bütün olarak değerlendirdiğimizde bir dönemden diğerine dünya üretiminin merkezindeki sektörlerde, gittikçe daha az işgücü kullanılıyor ve gittikçe daha az değer üretilmiş oluyor. Bu şekilde kapitalizm, bir anlamda kendi özünü gene kendisinden çalmış oluyor. Sürecin tersine çevrilmesi mümkün olmadığından, mal üreten sistemin bugün artık kesin tarihi sınırlarına eriştiğini söyleyebiliriz. Başka bir ifadeyle finale, yani enson kriz sürecine girmiş bulunuyoruz.
Kapitalizm elbette, belli bir tarihte birden bütünüyle ortadan kalkacak değildir. Kapitalizmin tamamen yıkılması süreci yüzyıllar sürebilir ve bu arada kapitalizm yeniden, yıkıcı bir güç potansiyeli de geliştirebilir. Kapitalizmin yıkılırken geliştirdiği zalimliğini, bugünün felaket bölgelerinde, örneğin dünya pazarı tarafından “işe yaramaz” ilan edilen Afrika’nın geniş bölgelerinde gözlemliyoruz. Kriz süreci, kollarını kavuşturup oturmak anlamına gelmeyip; tam tersine, radikal bir anti-kapitalist direnişin şekillenmesi için insanların üzerinde zorlayıcı bir etki yaratır. ınsanlık ‘Mal üreten sistem’le birlikte batmak istemiyorsa, sistemin ortadan kaldırılması şarttır ve bu konu insanlık için artık bir ölüm-kalım meselesi haline gelmiştir.
Not: Robert Kurz ve Krisis yazarı Norbert Trenkle’nin sizlere iletmemi istedikleri son iki cümle şöyle: “Türkiye’nin Irak’a asker göndermesi halinde, bölgede ABD saldırısıyla bozulan istikrar daha da bozulur, yeni savaşların çıkması tehlikesi artar. ABD, bu kirli işe Türkiye’yi karıştırarak jeopolitik amaçlarına ulaşacağını sanıyor ama fena halde yanılıyor. Türkiye’ye selam!”
Dipnotlar:
(1) Fransızca: “Yaldızlı gençlik”. ‘Bol paralı hedonist gençler’ anlamında.
(2) Le Monde Diplomatique gazetesi tarafından Fransa’da kurulan, belli bir merkezi olmayan, globalizm karşıtı hareket içinde çok önemli bir role sahip gruplar ağı.
(3) Avrupa’da 1794’den yaklaşık 1830’a kadarki dönem.
19 Ekim 2003
Salih Selçuk