Norbert Trenkle ile
Söylesi: Salih Selcuk (Yarin, Subat 2005)
Kültürcü doktrinler; mesela Huntington, Bin Laden, mikromilliyetçilik (Türkiye’de örneğin; alt/üst kimlikçilik, neo-antisemitizm, antisabetayizm vd.) hâlâ rağbet görüyorlar. Buna rağmen, dünyayı ekonomi-politik açıdan değerlendirenlerin sesi her geçen gün daha gür çıkıyor. Sizce kültüralizm miyadını doldurdu mu?
Malesef hayır. Bizim alarmı kapatmamız gerektiğini sanmıyorum. Tam tersine: Kapitalizm tarafından esas olarak ‘lüzumsuz’ ilan edilen Dünya halklarının çoğunluğunun yaşam koşulları daha da çekilmez oldukça, kültürcü ve (dinci-)fundamentalist ideolojiler daha kolay yankı uyandıracak bir ortam buluyorlar. Çünkü dünyayı, ‘iyi ve kötü’nün basit kategorileriyle izah ediyorlar. Dost ve düşman, doğru ve yanlış.. Bu şekilde, herşeyin çığrından çıktığı bir dönemde insanlara hayali güvenceler sunuyorlar. Dikkat çekici olan da, bu ideolojilerin, kapitalizmin dünya çapındaki kriziyle ilişkili olması. ‘Üçüncü Dünya’ denen bölgede bu ideolojilerin yükselişi, buralarda geciken modernleşmelerin, yani merkezî-kapitalist ülkelere yetişmek ve onlarla ekonomik/siyasi anlamda eşitlenmek umutlarının sönmesiyle ve bunun imkânsız olduğunun anlaşılmasıyla birlikte daha 70’li yıllarda başladı. O dönemden itibaren de ideolojik-hegemonya oluşturmuş ulusal-kurtuluş hareketleri ve sosyalist ideolojiler, çekiciliklerini ve inandırıcılıklarını yitirdiler. Batıda bu gelişme, krizin daha sonra hissedilmesi nedeniyle ve gelecek perspektiflerinin gittikçe kararmasıyla birlikte, kendini daha geç gösterdi.
Real-sosyalizm denen düzenin çökmesi, bu gelişmeyi dünya çapında hızlandırdı; çünkü liberal kapitalist (uç bir) ideolojinin diğer ucu eksilmişti. Zaten real-sosyalizmin kapitalizme gerçek bir alternatif olmadığı, sadece devlet tarafından örgütlenmiş bir tür ‘sonradan modernleşme’ olduğu söylenmekteydi ve yalnızca ideolojisine, başka tip bir toplum tasavvuru da iliştirilmiş bulunmaktaydı. Bu ideolojik boşluğu, kültüralizm doldurdu. Farklı sistemlerin rekabeti yerine (-ki zaten birbirlerinden o kadar da farklı değillerdi), her alanda “Kültürlerin Savaşı” propagandası yapıldı ve bu pratik olarak da uygulandı.
Sol bu duruma nasıl reaksiyon gösterdi ve buna karşı çıkmak için ne yapılabilir?
70’li ve 80’li yıllardan beri solcular; ulusal, etnik, seksüel ve diğer kimliklerin abatrılarak yeniden inşasının (dekonstruktion) eleştirisi konusunda çok önemli katkılar yaptılar. Foucault, Balibar veya aynı zamanda Hobsbawm; modern kapitalist toplumun kendini kabul ettirmek için bu kimlikleri nasıl inşa ettiğini ve bu kimliklerin kesinlikle ‘köklü’ hatta ‘doğal’ olmadıklarını gösterdiler. Bunlar, şimdiye kadarki toplum teorisi karşısında merkezi önemde gelişmelerdir. Ama kültürel paradigmaya bu denli ilgi göstermek ve kimlik/ideoloji eleştirileri, malesef ekonomi eleştirisinin boşlanmasıyla el ele yürüdü. Bu ihmal şimdi, kapitalist kriz ilerledikçe ve ekonomik sorunlar ön plana çıktıkça, -sizin de daha önce sözünü ettiğiniz gibi- intikam alıyor. Şimdi tam burada geleneksel Sol devreye girip kapitalizmi sınıf tahakkümü ve sömürüye, hatta sadece emperyalizme indirgiyor.
İşin kötü tarafı, böyle indirgenmiş/kısaltılmış kapitalizm eleştirisinin pek âlâ kültüralizm ve nasyonalizme de uymasıdır. Mesela, antiemperyalizm başlığı altında kültürel veya ulusal kimliklerin “ABD’ye” ya da “Batı’ya karşı” cepheleşmesidir; başka bir örnek de, globalleşme karşıtı hareketin bir bölümünde olağan sayıldığı gibi, kapitalizm eleştirisinin mali piyasaların ve oradaki spekülasyonların eleştirisine indirgenmesidir. Bu yalnız nesnel anlamda yanlış olmakla kalmaz, çünkü mali piyasadaki spekülasyonlar, kapitalizmin iktidarı altında bütün insani ilişkilerin ekonomi haline indirgenmesinin sadece bir yüzüdür; onun nedeni değildir. Buna ek olarak, bu tip indirgenmiş/kısaltılmış eleştirilerin, hiç de küçümsenmeyecek bir şekilde açıktan antisemitizme kaydığı ve “Yahudiler”i finans kapital ile özdeşleştirerek dünyadaki bütün belalardan sorumlu tuttuğu oluyor.
Bu eğilimlerin sert bir şekilde eleştirilmeleri gerekir. Birzamanlar Sol, toplumsal özgürlüklerden yanaydı. Ama bu şekilde kültüralizm ve antisemitizm ile karıştıkça gericileşecektir. Ben burada, geleneksel Sol’un artık kendi sınırlarına dayandığını düşünüyorum. Artık zamanı gelmiş olan şey, kapitalizm eleştirisinde köklü bir paradigma değişikliğinin yapılmasıdır.
Sizce bu paradigma değişikliği nasıl olmalıdır?
Önce bu değişiklik konusundaki temel anlayış; kapitalizmin zorlamaları/baskıları ve insanları baştan çıkarıcı taleplerinin, hakim sınıfların iradesinden veya bazı güçlü gruplardan/örgütlerden değil, sistemin dinamik kendi iç mantığından kaynaklandığı konusudur. Sistemin mantığı, insana karşı ondan bağımsızlaşmıştır ve kendini insanlara “doğa kanunu” gibi göstermektedir -ki aslında belli bir tarihsel dönemde ortaya çıkmış bir toplumsal örgütlenme biçimidir; bu yüzden de aşılabilir bir şeydir. Kapitalizmde insanlar birbirleriyle doğrudan ilişkiye geçmiyor; onun yerine mal, iş ve para üzerinden ilişkiye geçiyorlar. Öyleyse, insanlar arası ilişkilerin maddi bir şekil aldığını söyleyebiliriz. Ve insanların kendi yarattıkları ve ona teslim olmak zorunda kaldıkları bu tip ilişkiler de, kapitalizmin mantığı reddedilmediği sürece, insanların karşısına, “maddi zorunluluklar” şeklinde çıkmaktadırlar.
Marx bu bağlamda mal üretimi fetişizminden bahsediyor. Söylemek istediği de, modern toplumda insanların, ilişkilerini bilinçli bir şekilde yürütmek yerine kendi ilişkilerinin esiri olduklarıdır. Ayrıca bunu anlatmak için Marx, bilinçli bir şekilde, dinsel bir metafor seçer. Çünkü modern insanlar; mal üretiminin, kapitalin yeniden değerlendirilmesinin ve iş/çalışma’nın baskısına, bütün eski toplumların kendini dinsel tasavvurlara/yasalara/tabulara teslim etmesinden çok daha fazla bir şekilde teslim etmişlerdir. Kapitalist insan, pazarın “olağanüstü” gücüne, en azından Papa’nın Kutsal Ruh’a inandığı kadar inanıyor. Aslında kapitalizm, kökten sekülarizmin paradoks şekliyle de olsa, aşırı “dindar” bir toplumdur. Örnek olarak, şu sürekli (ekonomik) büyüme zorunluluğunun kabulü fatalizmini ele alalım: Herkesin, bu şekilde devam edilmesi halinde sonunda doğal yaşam koşullarının ve nihayet insanın yaşam koşullarının yok edileceği ve yeryüzünde sosyal bozulmanın azaltılamayacağını, tam tersine daha da artacağını bilmesine rağmen; kapitalist toplum, bu sosyal şiddete, Tanrı buyruğuymuş gibi katlanıyor. Ve bu, birçok örnekten sadece biridir.
Şimdiye kadarki Sol toplum eleştirisi açısından bu ne anlama geliyor? Sol toplum eleştirisi gereksiz hale geldi diyebilir miyiz? Ya da sizce Sol’un hangi yanları kalmalı, hangi yanları aşılmalı?
Şimdi kalması gereken şey, elbette, kapitalizmin kaldırılması için gösterilen çaba ve toplumun baskı ve tahakkümden kurtarılması olmalıdır; fakat bu perspektif de yeniden tarif edilmelidir. Çabalarımızı yönlendirecek asıl belirleyici hedef, mal üretiminin (-sisteminin) kaldırılmasıdır. Çünkü kapitalizmdeki her türlü baskı ve tahakkümün -ki bu tahakküm, ister ‘fabrikada çalışmak’ şeklinde olsun, ister siyasi/askerî fetihler şeklinde, ya da kadınların baskıya maruz kalmaları şeklinde olsun- son tahlilde kaynaklandığı yer mal üretimidir. Aynı şeyi, bilinç şekilleri için de söyleyebiliriz. Mal’ın fetiş haline getirilmesi, sadece dış görünüm bakımından bir ekonomik fenomen değildir; onun yerine bütünü kapsayan toplumsal bir yapıdır ve insanların düşünmelerini, hareketlerini belirler… hem de nasyonalizm, ırkçılık ya da kültürelizm şeklinde. Bu ideolojiler ve bilinç şekilleri, bir ‘kimlik ihtiyacı’ ve ‘kendini diğerlerinden ayırmak ihtiyacı’nın ifadesidir ve kapitalizm tarafından üretilmektedir. Çünkü kapitalizm insanları birbirinden soyutlamakta, onları rakip hale getirmekte ve sürekli birilerini ıskartaya çıkartmaktadır. Bu gelişmede, dünyanın ulus-devletlere bölünmüş olması çok önemli bir rol oynamıştır. Kültüralistler her ne kadar “eski/aslî/köklü” değerlerden ve geleneklerden bahsetseler de bunlar yüzde yüz kapitalist fenomenlerdir ve asla antikapitalist değillerdir.
Solcuların, herzaman olumlu anlamda atıfta bulundukları soyut evrenselciliğin, adına ‘Batılı Değerler’ dediği şeyler, kapitalist mantığın ve tahakkümün ifadesidirler. Batılı Değerler, modern mal-üretiminin pratik evrenselciliğinin; bütün dünyayı boyunduruğu altına alarak tüketilecek-mal haline getirmek iç-dürtüsüne sahip ideolojik refleksleridirler. Yani bu bakımdan Batılı Değerler, kültüralizmin sadece öbür yüzüdür. İkisi de, ayrılmaz şekilde birbirine bağlıdır (Huntington ile Bush’un birbirine bağlılıkları gibi) ve bu yüzden ikisini de aşmak zorundayız.
Yapay olarak üretilmiş kültüralist düşmanlıkları ve savaşı önlemek için ne yapılmalı sizce? Bu konuda örneğin Türkler nasıl bir rol oynayabilirler?
Teorik seviyede önemli olan: Kültüralizm ile Batılı Değerler’in oluşturduğu ikiz birlikteliği ve onların temel yapısını teşkil eden ‘mal-üreten toplum’u kavramak ve kurgulanmış kimlikleri eleştirmektir. Pratik seviyede bütün dünyada herkesin üzerine düşen görev: Sosyal, ekonomik ve siyasi sorunların/anlaşmazlıkların, etnik sorunlar/anlaşmazlıklar haline getirilmesine karşı çıkmaktır. Somut olarak bu, her ülkede ve her bölgede elbette başka bir şey ifade etmektedir. Örneğin Almanya’da; göçmenleri, özellikle de Türkleri ve Müslümanları hedef alan ırkçılığa karşı durmak anlamına geliyor. Türkiye’yi pek tanımıyorum ama genel olarak, sorunları etnik sorunlar haline getirme eğilimlerine ve fundamentalist eğilimlere karşı çıkmak olabilir. Çünkü bunlar, en hafif deyimiyle özgürlük düşmanıdırlar. Bir şeye açıklık kazandırmak istiyorum: Kapitalizmin aşılması için ön koşul, uluslarötesi büyük bir sosyal özgürlük hareketinin oluşturulmasıdır. Yani, kapitalizmin tarif ettiği bütün sınırların ötesinde, özgürlükçü sosyal bir hareket.