“Çalışmaya Karşı Manifesto”nun üç yazarından olan postmarksist düşünür Norbert Trenkle ile Ukrayna savaşı ve dünya düzeni üzerine Selçuk Salih Caydı konuştu.
Medyascope.tv, 21 Ağustos 2022 Pazar
Selçuk Salih Caydı: Rusya’nın saldırı savaşı Türkiye’de de çok önemsenen bir konu. Ancak birçokları savaşı, Rusya’nın “kötü Batı”ya karşı savunma savaşı olarak okuyor. Bu anlatıyı hem aşırı sağ hem de geleneksel sol kullanıyor. Nasıl oluyor da bu kadar birbirine benzemezler, aynı noktada buluşabiliyorlar?
Norbert Trenkle: Putin “kötü Batı”ya ve sözde Batılı değerlere karşı gürleyerek, “geleneksel anti-emperyalizmin meşru varisi” pozu verebiliyor. Bu yüzden hem sağdan hem soldan destek alabiliyor, Küresel Güney’deki birçok insan kendini onunla ve onun savaş politikalarıyla özdeşleştiriyor.
Anti-emperyalizm, bir zamanlar sömürgecilik ve sömürgecilik sonrasının muktedirlerine karşı mücadelelerle ilişkilendirilirdi ve bu bağlamda kuşkusuz haklı bir mücadeleydi. Zira dünyayı kendi aralarında paylaşıp yönetenler, Batılı güçlerdi. Eski sömürgeler bağımsızlıklarını kazandıktan sonra bile oralarda kendi çıkarlarını acımasızca savunanlar, başta ABD olmak üzere Batılı güçlerdi. Bu nedenle, Soğuk Savaş bağlamında Sovyetler Birliği, bir taraftan kendi emperyal çıkarlarının peşinde koşsa bile, ulusal kurtuluş hareketlerinin doğal müttefiki sayıldı. Rusya’nın emperyal çıkarlarının peşinde koştuğu gerçeği, “sosyalizm” ve özgürleşmenin ideolojik himayesi altında gerçekleştiğinden, kolayca gözden kaçırılabiliyordu.
Eski Doğu blokunda hayat bulmuş olan ve adına ‘Reel sosyalizm’ dediğimiz düzen, hiçbir zaman özgürleştirici bir proje olmadı, onun yerine, devletin daima bir kalkınma ajansı olarak merkezi rol oynadığı, kapitalist modernleşmeyi sonradan yakalamanın farklı bir biçimiydi. Küresel Güney’deki birçok ülke de, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra benzer bir yol izledi ve kapitalist merkezlerden daha bağımsız olmaya çalıştı. 1970’lerde ve 1980’lerde bu girişimler hemen hemen her yerde başarısızlığa uğrayıp kısa bir süre sonra da Sovyet imparatorluğu çöktüğünde, milliyetçilik ve köktendincilik giderek daha fazla ön plana çıktılar; “sosyalizm”in bıraktığı ideolojik boşluğu doldurdular ve kendi aralarında, tüm siyasi akımların en düşük ortak paydası gibi bir şeyi temsil eden anti-emperyalizm konusunda hizalandılar. Rus savaş propagandasının bugüne kadar dayandığı nokta tam da budur. Putin rejimi son derece otoriter ve açıkça gerici olmasına rağmen, “Batılı güçlere” karşı hâlâ bir müttefik olarak görülüyor.
Putin’in “Batı”yı çürümüş ve kültürel anlamda yozlaşmış diye tanımlayıp, onun karşısına geleneksel “Rus kültürü” ve “Hıristiyanlık değerlerini koyduğu söylemi nasıl bir rol oynuyor, kulaklara nasıl bu kadar cazip geliyor ve etkili olabiliyor?
Burada söz konusu olan, modern kapitalizmin tarihi kadar eski olan “Batı’nın çöküşü” anlatısıdır ve günümüzde, Reel Sosyalizmin çöküşünden sonra başlayan sosyal ve politik çatışmaların kültürcü çatışmalar haline getirilmesi bağlamında değerlendirilebilir. Kapitalizmin (Liberal ve Reel Sosyalist olmak üzere) iki farklı çeşidi arasındaki rekabet, daima sistem içi bir rekabetti ve Reel Sosyalist düzenin çöküşünden beri de bir kültürcü çatışma şeklinde ifade buluyor. Kültürcü anlatı, Avrupa’da, özellikle Almanya’da, zincinlerinden boşanmış kapitalist dinamiğin neden olduğu ve hâlâ neden olmaya devam ettiği genel güvensizliğe ve tedirginliğe bir tepki olarak 19. yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştı. Ama doğrudan bu dinamiği ve neden olduğu olumsuz etkileri eleştirmek, mesela doğanın tahribi gibi veya kitlesel yoksullaşma gibi olumsuz etkilerini eleştirmek yerine, sözkonusu dinamik, “kültürel dekadans” adıyla yeniden tanımlandı. Bir karşı-imge yaratmak adına, toplumlarda derin kökleri olan ve bozulma tehlikesine karşı korunması ya da yeniden canlandırılması gerektiği düşünülen eski kültürler ya da dinlerden müteşekkil yeni tasavvurlar kurgulandı. Bu da, günümüze kadar gelen, dünyadaki tüm milliyetçi, etnikçi ve dinci köktenciliklerin ideolojik temelidir.
Her türden köktencinin gözden kaçırdığı şey ise, “Batı karşıtı” fikirlerinin de doğrudan Batı’dan ithal edildiği gerçeğidir. Örneğin, Hindistan’daki Hindu milliyetçilerinin veya İran’daki mollaların kendi kültürel ve dini kimliklerinde ısrar edip, Avrupa’da ortaya çıkmış kültürcü kalıpları kopyalamaları, ister istemez ironiktir. Günümüzde Putin, “Batılı dekadans”a karşı savunmak istediği “Büyük Rus İmparatorluğu” mirasına sarılsa bile, hâlâ, kapitalizmle birlikte ortaya çıkan ve onunla birlikte tüm dünyaya yayılan modernizm karşıtı gerici düşünce geleneğinin bir parçası. Tam da bu nedenle Putin rejiminin özellikle Avrupa ve ABD’de sağcı ve aşırı sağcı partileri ve akımları desteklemesi, kendi içinde tutarlı.
Öyleyse Putin Ukrayna’ya neden saldırdı? Rusya’nın yayılma hevesleri bir taraftan da, küresel güç dengelerinin Batı lehine değişmesiyle ve özellikle NATO’nun doğuya doğru genişlemesine karşı verdiği tepkiyle ilgili değil mi?
Ukrayna’ya yönelik saldırıyı, her şeyden önce, otoriterliğin ve siyasi/dînî sağın küresel saldırısının bir parçası olarak değerlendiriyorum. Putin rejimi, dünyadaki hemen hemen tüm otoriter yöneticiler için bir rol modelidir. Şu anda kendilerini yükselişte görüyorlar, çünkü Batılı güçlerin piyasa ekonomisi ve demokrasinin himayesinde yeni bir dünya düzeni yaratma girişimleri, berbat bir şekilde çökerek başarısızlığa uğradı. Bu nedenle, Ukrayna’ya karşı savaşın, NATO ve ABD’nin saldırgan eylemlerine bir tepki olduğu da doğru değil. NATO’nun doğuya doğru genişlemesi 2004’te sona erdi. O zamandan beri, hiçbir yeni üye kabul edilmedi ve Ukrayna ile Gürcistan’ın kabulü, en azından 2008’de Merkel hükümeti tarafından veto edilerek engellendi. Dolayısıyla Putin rejiminin, kendisini bir NATO saldırısına karşı savunmak zorunda kaldığı iddiası sadece propagandadan ibaret.
Asıl konu, bambaşka. Bizzat ifade ettiği üzere Putin, Sovyetler Birliği’nin çöküşünü “20. yüzyılın en büyük felaketi” sayıyor. Bunu anlamak için sözü tekrarlayarak “tadına” varmanız gerekiyor. Tarihin bugüne kadarki en kanlı ve en şiddetli yüzyılında, Sovyet imparatorluğunun nispeten barışçıl bir şekilde sona ermesinin, yüzyılın en kötü şeyi olduğunu söylemiş oluyor. Bu ifade, Putin’in ve onu çevreleyen, çoğu eski Sovyet gizli servisi çevresinden ve güvenlik aygıtından gelen iktidar seçkinlerinin fikriyatına önemli ölçüde ışık tutuyor. Putin, eski dünya gücü konumunun kaybını son derece derin bir rahatsızlık olarak hissediyor ve bu nedenle onu en azından bir dereceye kadar yeniden inşa etmek için bastırılamaz bir dürtü tarafından yönlendiriliyor. Pratik olarak imkansız olsa da, şimdi Ukrayna’da ve daha önce mesela Suriye’de olduğu gibi buna tevessül etmesi bile çok büyük acılara neden oluyor.
Öyleyse Ukrayna’ya saldırı neden şimdi gerçekleşti? Bahsettiğin huzursuzluk uzun zamandır zaten mevcuttu.
Bence Ukrayna’ya yönelik saldırının şimdi gerçekleşmesinin üç ana nedeni var. Birincisi, Putin Batı’yı zayıflamış bir jeopolitik konumda gördü; Batı’nın geçen yıl Afganistan’dan neredeyse panik halinde çekilmesi bunu doğrular nitelikteydi. Putin, zamanın uygun olduğuna inandı, ama Batılı güçlerin sert ve kararlı tepkisine de aynı nedenlerle oldukça şaşırdı. İkincisi, Putin, hakimiyetinin ekonomik anlamda tehdit altında olduğunu düşünüyor, çünkü gücü, hammadde ihracatına, özellikle petrol ve gaz ihracatına dayanıyor. Oysa, enerji arzının yakında yenilenebilir enerjilere çevrilmesi ile gücünün de temelden sorgulanabilir hale geleceğini görüyor. Emperyal hedeflerine ulaşmak istiyorsa, günümüzün ekonomik temeli geçerliliğini yitirmeden, harekete geçmelidir. Bunlara ek olarak üçüncüsü, Rusya içindeki muazzam toplumsal bölünmelerden kaynaklanan gerilimler var. Bu koşullarda bir fetih savaşı, adı böyle konulmasa bile, halkı yanına çekmenin her zaman iyi bir yoludur, böylece bir milliyetçilik dalgası yaratılır ve güç gösterisi yapılır. Bu konu, 2014’te Kırım’ın ilhakı sırasında iyi işledi. Neden yeniden işlemesin? Şimdi Putin’in askeri ve siyasi anlamda yanlış hesap yaptığı artık açıkça görülür hale gelmiş olsa da, artık kolayca durdurulamayacak bir dinamiği harekete geçirmiş bulunuyor.
Putin, iktidar gücünü kaybetmekten korkuyor gibi. Askeri bir yenilgiden de korkması gerekmiyor mu?
Putin için askeri bir yenilgi elbette felaket demektir, çünkü bir yenilgiden siyasi olarak sağ çıkamaz. Şimdi bunu önlemek için elindeki tüm araçları seferber ediyor ve tüm doğu Ukrayna’yı ilhak ederek Kırım’a bir kara koridoru oluşturma hedefine odaklanıyor. Rus askeri makinesinin boyutları düşünüldüğünde, oldukça gerçekçi bir hedef. Ancak göstergeler, savaşın devam edeceği yönünde, ve bu, halkın acılarının daha da artacağı anlamına geliyor. En başta, gücü kaybetme korkusu, dediğim gibi, bu savaşı başlatmak için önemli bir nedendi. Her otoriter rejim gibi, Putin rejimi de sürekli olarak kendi halkının ona isyan edebileceğinden korkuyor. Son yıllarda muhalefeti bastırmak, korkutmak veya ülkeden kovmak için elinden gelen her şeyi yapmış olsa da, bir rejim sıkı sıkıya kapatılınca, paranoya güçleniyor. Bu, tüm otoriter rejimlerin genel özelliğidir; otoriter olanlar her yerde “komplo kokusu” alırlar ve eski müttefiklerin de sıklıkla kurban edildiği yeni “temizlik” operasyonları yaparlar.
Rusya örneğinde paranoyaya, komşu ülkelerdeki protesto hareketlerinin Rusya’ya “bulaşma korkusu da buna dahil. Aynı nedenle Putin, iki yıl önce başı belaya giren Belarus diktatörü Lukashenko’nun yardımına koştu ve bu yılın başlarında Kazakistan’da insanlar sokaklara döküldüğünde hızla Kazakistan’a müdahale etti. Ama Ukrayna’daki görece canlı sivil toplumu çok özel bir tehdit olarak algılıyor, çünkü bu ülkenin bağımsızlığını reddediyor ve onu “Büyük Rusya”nın bir parçası sayıyor. Bu yüzden orada kendi kafasına uygun bir düzen kurmak, yani direnen her şeyi ortadan kaldırmak istiyor. Örneğin, Ukrayna’nın büyük şehirlerinde aykırı cinselliğe açık canlı toplulukların olması, Putin için bir skandal, çünkü doğal ya da Tanrı vergisi olduğuna inandığı “cinsiyetler hiyerarşisi”ni sorgulayan bir durum. Bu konuda, İslamcılarla, Hıristiyan köktendincilerle veya faşistlerle, dünyadaki tüm otoriter ve gerici güçlerle hemfikir. Bunların hepsi, cinsel kimliklerini, feministlerin ve aykırı hareketlerin tehdidi altında hissediyorlar ve bu hareketlere, panik ve şiddet karışımı tepkiler veriyorlar.
Bu bağlamda, otoriterliğin küresel bir saldırısından bahsediyorsun. Demokrasi çekiciliğini yitirdi mi?
Dünyadaki tüm büyük protesto hareketleri hâlâ demokrasi ve özgürlük değerlerine atıfta bulunuyorlar. Burada sorun, asgari bir toplumsal eşitlik olmaksızın demokrasinin işleyemeyeceğinde. Ancak, modern kapitalizm, yüksek üretkenliği nedeniyle üretimde giderek daha az işgücü gerektirdiğinden ve aynı zamanda sermaye artışı esas olarak finansal piyasalarda gerçekleştiğinden, giderek daha fazla insan “gereksiz” hale getirilmekte ve sosyal alanda marjinalleştirilmekte. Bu insanlar, kendi çıkarlarını savunmak için neredeyse hiç bir imkana sahip değiller ve siyasi anlamda temsil de edilmiyorlar. Bu nedenle otoriter akımlar da her yerde yükselişte. Onlara ancak asgari düzeyde sosyal güvenlik vaat ediyor ve dünyayı dost ve düşman diye bölerek kolektif kimlikler inşa ediyorlar. Böylece “halkın”, yani büyük çoğunluğun temsilcisi gibi davranabiliyor ve iktidar olmak taleplerini demokratik anlamda meşrulaştırabiliyorlar. Günümüzde çoğu otokrat, sürekli olarak sivil özgürlükleri ve hukukun üstünlüğünü çiğnerken ve utanmadan kendilerini zenginleştirirken, bir taraftan da “demokrasi savunucuları” olarak zuhur edebiliyorlar.
Buradaki büyük dram, otoriterliğe karşı çıkan sivil toplum güçlerinin bu siyasi stratejiye karşı koyacak çok az şeye sahip olmasıdır. Çünkü sivil özgürlükler için mücadele etmelerine rağmen, genellikle canalıcı toplumsal sorunlara çözümler bulamıyorlar. Bu nedenle, onları, “normal insanları” umursamayan, küçük bir seçkinler grubunun temsilcileri olarak karalamak kolaylaşıyor. Öznel anlamda pek çok durum için kesinlikle doğru değil, ancak nesnel anlamda liberal demokrasi, artık her zamankinden daha çok, bir küresel azınlık meselesi; zira çoğu ülkede artık sosyal dengeyi asgari ölçülerde sağlamayı dahi başaramamakta. Aşırı toplumsal kutuplaşma, esasen, küresel kriz kapitalizminin nesnelleştirilmiş dinamiklerinden kaynaklandığından, ona liberal siyaset araçlarıyla karşı konulması mümkün değil.
Öyleyse, Putin yönetimindeki Rus devletinin otoriterleşmesi veya Bonapartist şekillenmesi, kapitalizmin ilerleyen kriz sürecinin kaçınılmaz bir sonucu mu? Böyle bir devlet, krizi kontrol altına alabilir mi?
Bu, kaçınılmaz bir gelişme değildi. Farklı bir yol izleyen başka devletler de var. Durum, aynı zamanda toplumsal güç dengesine de bağlı tabii. Rusya’da, 1990’ların aşırıya kaçan özelleştirmelerine ve krizine tepki gösteren güçlü bir güvenlik aygıtı vardı. Putin, o aygıtla birlikte oligarkları ehlileştirmeyi ve onları devletin hizmetine sokmayı başardı. Onların işlerini bozmadı, ama rejime karşı gelmemek kaydıyla arsızlık düzeyindeki yüksek kârlarını toplamaya devam etmelerine izin verdi. Ancak ekonomide ve altyapıda bir miktar istikrar da sağlandı, böylece maaşlar ve emekli maaşları yeniden zamanında ödendi, Rusya’da yaşayan insanların büyük çoğunluğu bir dereceye kadar hayatlarını rahat idame ettirebildiler. Bu, Putin rejimine bugüne kadar süren geniş bir halk desteği sağladı; herkes onu göklere çıkarıyor olmasa bile, en azından halkın büyük bir çoğunluğu, Putin’i ona alternatif olanlardan daha iyi buluyor, ehven-i şer sayıyor.
Bu anlamda Putin rejiminin Rusya’daki krize geçici bir çözüm bulduğu söylenebilir. Ama bu çözümü daha ziyade, 2000’lerin başında yaşanan ‘Kapitalizmdeki canlanma’ bağlamında değerlendirmek gerekir; önemli ölçüde finansallaşma tarafından harekete geçirilip yönlendirilen inşaat sektörüne dayanıyordu. Hatta o zamanlar Rusya’nın Çin, Brezilya ve Hindistan ile birlikte –BRIC ülkeleri adıyla– ekonomi alanında bir dünya gücü olma yolunda olduğu bile söyleniyordu. Gerçekte, Rusya’nın görece ekonomik başarısı, esas olarak dünyanın hammadde ve enerji tedarikçisi haline gelmesine dayanıyordu. Ama bu aynı zamanda Rus rejimin Aşil topuğu. Rus hammadde ve enerjisine olan talep çökerse, Rus ekonomisi de sarsılır. Putin şimdilik Avrupa’nın ve özellikle Almanya’nın Rusya’ya bağımlılığını silah haline getirebiliyor, ancak birkaç yıl içinde bu da sona erebilir. Çünkü temel enerji ihtiyacının yeniden yapılandırılması Batılı hükümetlerin vaat ettiği ölçüde hızlı ilerlemeyecek bile olsa, hala başka ülkelerden edinebilecekleri kaynaklar arıyorlar -ve kaynak aradıkları ülkeler de genellikle Rusya’dan daha az otoriter olmayan ülkeler. Savaş, her şeyden önce, genel enerji talebinin de düşmesine neden olacak büyük bir dünya ekonomik krizini tetikleyebilir.
Fakat Rus otoriterizminin ekonomik temeli çöktüğünde ne olur? Toplumu gereğinde zor kullanarak bir arada tutan ‘Post-kapitalist otoriter devlet’ gibi bir şey mümkün mü?
Böyle bir durumda Rusya’da ne olacağını tam olarak tahmin etmek zor. Ancak hammadde ihracı Rusya için ekonominin temeli olmaktan çıkarsa veya riskli bir alan haline gelirse, Rusya’da kapitalizm çökmeyip, aksine, yeni bir kriz aşamasını yaşayacaktır. Sözde oligarklar etrafında gruplanan çeşitli mafya grupları arasındaki çatışmaların yeniden ortaya çıkması ve daha sonra geriye kalan mevcut kamu zenginlikleri için birbirleriyle amansız bir mücadele içine girmeleri mümkündür. Şu anda Rus devleti, bu mafya gruplarını kontrolü altında tutuyor – tabii bu arada devlet bürokrasisi mensupları da her şartta kendilerini zenginleşmeye çalışıyorlar. Ekonomi açısından kritik koşullar altında bile bugünkü durumun devamını garanti edecek kadar güce sahip olmaları mümkün. Ancak çeteler ve devlet arasında paylaşılabilecek ganimet küçüldükçe, paylaşmak çok daha zor ve itilaflı hale gelecektir. Öyle bir durumda devlet, 1990’larda olduğu gibi, yeniden o çıkar çatışmalarının cepheleri arasında kalabilir. Ekonomik temelin aşınıp eridiği her yerde dünya çapındaki eğilim böyle.
Ekonomi gitgide daha istikrarsız hale gelirse, işin başında belirli bir düzeyde istikrarı garanti edebilecek tek otorite devlettir. Bunu da çıkar çatışmalarına açıkça şiddetle müdahale ederek ve protestoları ezerek yapıyor. Öte yandan devlet, tüm bu çıkar çatışmalarının üzerinde yer alan toplum dışı bir varlık da değil, bilakis, bizzat kendi eylemleri, toplumsal güç dengelerinden önemli ölçüde etkileniyor. Sonuç olarak, bu nedenlerle, devlet aygıtının her zaman içten çürümesi söz konusu ve daha sonra devlet aygıtının çetelerden birine veya bir şekilde birbirleriyle anlaşmak zorunda olan çok sayıda çeteye yem olması mümkün.
Bu anlaşmaların daha sonra ayrıntılı olarak nasıl ilerleyeceği ülkeden ülkeye değişir. Kural olarak, her çete belirli bir sosyal taban oluşturmak için bir kesim müşteriye hizmet etmek zorundadır. Bunun iyi bir örneği, her biri yalnızca kendi destekçilerine hizmet veren, bir taraftan da ülkenin hazinesini talan eden gruplar arasında bölünmüş Lübnan devletidir. Elbette bunun post-kapitalizmle hiçbir alakası yok. Kapitalist biçimlerin hepsi hala ortada ve eylemin kâr amacı aynen devam ediyor ve esas olan, suç yoluyla da olsa parayı çoğaltmak. Post-kapitalizm yerine, kriz içinde çürüyen bir kapitalizmden söz etmek daha doğru.
Bu gidişatı durdurmak hâlâ mümkün mü? Liberal demokrasi, yukarıda söylediğin gibi, artık bir perspektif olmaktan çıkarken, devletin otoriterleşmesine ve mafyalaşmasına karşı ne yapılabilir? Alternatifler var mı?
Otoriterizm ile kıyaslandığında Liberal demokrasi kesinlikle çok daha iyi bir alternatif. Sorun şu ki, liberal demokrasi, dünyanın giderek daha büyük bir bölümünde artık maddi bir temele sahip değil. Çünkü liberal demokrasi, ancak toplumun bireylerinin çoğunluğuna, sermayenin değerlendirilmesi amacıyla iş gücü olarak ihtiyaç duyulduğu ve bu insanların kendilerinin siyasi anlamda temsil edildiklerini gördükleri yerde işleyebilir. Liberal demokrasi esas olarak, kapitalizmin üretimde kitlesel iş gücüne dayandığı çok özel bir tarihsel evresinin siyasi biçimidir. Ancak bu aşama geri dönülmez bir şekilde sona ermiştir ve bu nedenle liberal demokrasinin temelleri, halen belli ölçülerde işlediği ülkelerde bile aşınmaktadır.
Yukarıda ifade ettiğim gibi, günümüz kapitalizmi insan emeğine giderek daha az bağımlı hale geliyor ve bu nedenle, parasının miktarını artırmak amacıyla giderek daha fazla insanı (ekonomi bağlamında) “gereksiz” hale getiriyor. Faaliyetlerini sürdürebilmek için bir yandan da Yeryüzünün gittikçe daha fazla kaynağını gasp ediyor ve Yeryüzünün daha büyük bir kısımını işgal ediyor. Günümüzde, gezegenimizin bir tür yeni bir kolonizasyonu ile karşı karşıyayız; “Ekolojik dönüşüm” işareti altında, aslında hiç de öyle olmayan, sadece küresel bir azınlığın üretim ve tüketim modelini birkaç yıl daha güvence altına almayı amaçlayan bir durum söz konusu. Bu gelişmeden en çok zarar görenler elbette Küresel Güney’de yaşayan insanlar. Bununla birlikte genel bir eğilimden bahsediyoruz. Toplumların sosyal bölünmesi, ekolojik yıkım ve otoriter eğilimler her yerde el ele yürüyor. Tam da bu nedenle, çözüm için, kapitalizmin ötesine uzanan küresel bir yanıta ihtiyaç var.
Burada engel teşkil eden tek sorun, geleneksel özgürleşme kavramlarının, bunlar arasında özellikle de ihtiyaç zamanlarında hâlâ devleti kurtarıcı olarak gören türlerinin modasının geçmiş olması. Devleti kurtarıcı olarak görenler, sağcı otoritarizmden çok da iyi olmayan sol bir otoriterizmin çıkmazına sürüklüyorlar. Bütün bunların yerine, piyasa ve devlet ötesinde yeni bir özgürlük perspektifine ihtiyacımız var.
Sözünü ettiğin perspektif nasıl bir şey?
Ben ‘Müşterekleşme’ (Commonism) fikrine büyük sempati duyuyorum. Böyle bir toplumun temeli özel mülkiyete dayanmıyor. Özel mülkiyet yerine, hiç kimseye ait olmayan, ancak herkes tarafından ortaklaşa kullanılmasına izin verilen ‘Müşterekler’ (‘Comon’lar) var. Tabii ki bu, tamamen farklı bir sosyal ilişki biçimiyle el ele yürüyor. Kapitalizme özgü sosyal ilişki biçiminin özü, başkalarını sınırlama ve dışlamaya dayanan özel mülkiyettir. Yani, “Benim olan benimdir ve onunla istediğimi yaparım” fikridir. Bunun anlamı aynı zamanda, “sosyal anlamda tanınmam ve yüksek yer edinmem, -sadece nitelikli iş gücüm aracılığıyla bile olsa- yalnızca özel mülkiyetimle mümkündür” anlamına geliyor. Ama hangi türden olursa olsun o “özel mülkiyetim” de sadece satabildiğim, pazarlayabildiğim zaman işe yarıyor. Başka bir deyişle: Özel mülkiyet, toplumsal bağların mal/meta hareketi (alımı-satımı) üzerinden tarif edildiği toplumların temelidir. Genel bir rekabet hakimdir, çünkü her kişi diğerlerinin çıkarlarına karşı kendi özel çıkarlarının peşinde koşar.
Müştereklere, yani ‘Comon’lara dayalı bir toplumda bu durum oldukça farklıdır. Burada işbirliği/kooperasyon, sosyal ilişkilerin temel biçimidir; sosyal zenginlik her zaman diğer insanlarla birlikte yaratılır ve paylaşılır. Tabii burada “sosyal zenginlik” kavramı, serveti yalnızca paraya tahvil edip parayla ifade eden kapitalist toplumun anladığından çok daha geniş bir anlam içerir.
Bu oldukça ütopik bir yaklaşım olmuyor mu?
Bence ütopik değil, çünkü tüm toplumsal hareketlerde ‘Commoning’ yani ‘Müşterekleşme’nin en çeşitli biçimlerini, müştereklerin yaratılması olayını zaten görüyoruz. ‘Müşterekleşme’, genellikle geçici bir ilişki olarak, ya da bir hareket kendi çıkarlarını kabul ettirip piyasa ve devlet kategorilerinde kabul gördükten sonra ortadan kaybolan bir ilişki biçimi şeklinde zuhur ediyordu. Mesela, eski işçi hareketinde böyleydi. Ama kabul görmesinin giderek zorlaştığı aşamada, müşterekleşme tamamen farklı, merkezi bir anlam kazanıyor ve birlikte yaşamın ve hayatta kalmanın temeli haline geliyor. Bunu dünya çapında birçok toplumsal harekette görüyoruz. Buradaki büyük sorun, müşterekleşmeyi iyi ve sürdürülebilir bir temele oturtmak için gerekli ölçüde yeterli kaynağa ve sosyal serbestliğe genellikle sahip olmamalarıdır. Çünkü kaynaklar, özellikle toprak, büyük ölçüde kapitalizm tarafından işgal edilmiş, yani özel mülkiyete dönüştürülmüştür. Ve özel mülkiyet, gezegenin daha fazla yok edilmesi anlamına bile gelse, şiddetle savunulmaktadır.
Bu nedenle, bugün müşterekleşme kaynakları için verilen mücadeleler, potansiyel olarak toplumsal mücadelenin merkezini temsil ediyor. Bu mücadele sayesinde ekolojik yağma durdurulabilir, aynı zamanda yeni ve özgürleşmiş bir toplum geliştirilebilir. Şimdilik, küresel bir perspektiften bakıldığında bu mücadeleler hâlâ azınlıkta ya da sosyal nişlerde yer alıyorlar. Bu nedenle, onları diğer mücadelelerle, özellikle de otoriterleşmeye karşı ve her türlü sosyal dışlanmaya karşı verilen mücadelelerle birleştirmek önemli. ‘Müşterekleşme’ fikri, ancak ondan sonra, Marx’ın deyimiyle, “maddi bir güç”e dönüşebilir.